background:fixed;
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

ads

Küreselleşmenin Geleceği - Küreselleşmenin az gelişmiş ülkelerere etkisi


KÜRESELLEŞMENİN AZ GELİŞMİŞ VE GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERİN GELECEKLERİNE ETKİSİ :

a. Giriş :
Küreselleşme, özellikle son yirmi yıldır artan bir ivme ile hayatımızda yer alan, dünya ekonomik ve siyasi ilişkilerini şekillendiren bir kavram olarak hayatımıza girdi. Soğuk savaş sonrası, tek kutuplu yeni dünya düzeninin kurulmasının ancak küreselleşme ile mümkün olabileceği, gelişmiş ülkeler tarafından dünyaya kabul ettirilmeye çalışıldı. Gelişmiş ülkelerin oluşturduğu merkez; küreselleşme olgusuna karşı çıkmanın çağdışı kalmak demek olduğunu, sisteme uyum sağlamayanların teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni çağın dışında kalabileceklerini medyanın tüm unsurlarını kullanarak dünyaya ilan ettiler.
Ancak, her şey planlandığı şekilde gerçekleşmedi. İnsanlığın refahını daha yükseklere çıkarmak, oluşturulacak ortak pazarlarla fakirliği insanlığın kaderi olmaktan çıkarmak, sınırları ortadan kaldırarak tüm dünya insanlarının serbest dolaşım hakkına ulaşmalarını sağlamak ve dünyayı küçülterek insanları birbirlerine daha fazla yaklaştırmak gibi söylemlerle hayatımıza giren küreselleşme, bu hedeflere ulaşmakta yetersiz kaldı. Küreselleşmenin, gündemimize yerleşmeye başlayan 1980’li yılların başlarından itibaren geçen 20 yıllık sürede, gelişmiş ülkelerin gelirleri ve refah seviyeleri artarken, çevre olarak tanımlanan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gelirleri reel olarak gerilere gitti. Merkez zenginleşirken çevre daha fazla fakirleşmeye başladı. Küreselleşmenin yarattığı gelir adaletsizliği giderek büyüdü. Ulusal kültürlerin yerini yine küresel kültür adı altında farklı kültürler almaya başladı. Merkez, tasarladığı ekonomik ve siyasi politikalarını çevre tarafından uygulanması için çeşitli aktörleri etkinleştirdi. Uluslar arası şirketlerin sayısı hızla artmaya, ABD doları ulusal paraların yerini almaya, çok uluslu şirketler az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin mali ve siyasi yapılarına daha fazla etki etmeye, bir ülkede yaşanan finansal krizler, gecikmeksizin tüm dünyaya yayılmaya, üretim azalırken hatta duraklarken işsizlik önemli boyutlarda artmaya, alt kimliklerin ön plana çıkması sonucu etnik çatışmalar, dini ve aşırı milliyetçi akımlar artmaya, ulus-devletlerin yapısı zayıflamaya başladı. Yaşanan bu gelişmeler sonucunda küreselleşmeye karşı ideolojik, eylemsel ve terörist faaliyetler birer tepki unsuru olarak gelişti. Sonuçta, küreselleşme, Türkiye’nin de içinde yer aldığı çevre ülkeleri için beklenilen faydaları sağlayamadı

B. Küreselleşme Kapsamında Çok Uluslu Şirketlerin Az Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerin Geleceklerine Etkileri :
Sermayenin serbest dolaşımı ve üretimin küreselleşmesi amacıyla uluslar arası alanda faaliyet gösteren çok uluslu şirketler ya da uluslar arası şirketler, son yıllarda dünya ekonomisine ve siyasetine yön veren küresel aktör haline gelmişlerdir. Birçok çevre tarafından yeni dünya düzeninin bir ürünü olarak değerlendirilen çok uluslu şirketlerin 20 nci yüzyılın ortalarından itibaren artmaya başlayan sayıları 1980’li yıllardan itibaren küreselleşme hareketlerinin yoğunluk kazanması ile daha da hız kazanmıştır. Birleşmiş Milletler’in 1983 yılında yayınladığı “Centre on Trasnational Corporation” isimli raporunda 1980 yılında dünyada 80.000 şubeye sahip 11.000 adet çok uluslu şirket vardır. Aynı örgütün 1994 yılında yayınladığı “World Investment Report” isimli raporunda 1993 yılında çok uluslu şirketlerin sahip olduğu şube sayısı 206.000 olarak belirtilmiştir. Aynı rapora göre; gelişmiş ülkelerin yurt dışına gönderdikleri sermaye tutarı 1990 yılında 35 milyar ABD doları iken 1994 yılında 160 milyar ABD dolarına yükselmiştir. Bu sermaye akışı ile çok uluslu şirketler, dünya sanayi üretiminin %30’unu kontrol eder duruma gelmişlerdir.
Çok uluslu şirketler sahip oldukları bu güç sayesinde uluslar arası arenada ekonomik, kültürel ve sosyal tüm alanlarda etkinliklerini artırmışlardır. Bugün bir medya devi, dünyanın en ulaşılmaz gibi görünen bölgelerine erişebilmekte ve ahlaki kavramlardan sosyal kurallara kadar çeşitli alanlarda ciddi değişikliklere neden olabilmektedir. Siyasi iktidarlar özelleştirmeden vergilendirmeye kadar her radikal kararda çok uluslu şirketlerin desteğini aramakta aksi takdirde medyanın yönlendirmesi ile kitlesel desteklerini kaybederek iktidarlarından olabilmektedirler.
Aslında sermayenin devlet üzerinde etkinlik kurma isteği ve bu etkinliğin mali güç oranında gerçekleşmesi yeni bir olgu değildir. Ekonomiyi ellerinde tutanlar, devlet gücünü de elde etmişlerdir. Bu gerçek tarih boyunca değişmemiş değişenler sadece bu amaç için kullanılan araç ve yöntemler olmuştur. Bugüne geldiğimizde ise, küreselleşen dünyanın yine birileri tarafından kontrol edildiğini görmekteyiz. Çünkü, bugün birileri diye bahsettiğimiz çok uluslu şirketler, dünyada yapılan toplam ticaretin büyük bir bölümünü kendi tekellerinde bulundurmaktadırlar. Dünya ticaretinin %70’i 500 en büyük küresel şirket tarafından idare edilmektedir. Tablo-5’de 500 en büyük küresel şirketin hangi ülkelere ait olduğu gösterilmektedir.


Tablo-5


Dünyadaki En Büyük 500 Özel İmalat Şirketinin Ülkelere Göre Dağılımı



Ülkeler …………………… Şirket Sayıları Avrupa Birliği ………………………….170
ABD …………………………………….. 155
Japonya ………………………………….120
Diğer ……………………………………….55
TOPLAM ……………………….500

Dünya ticaretinin böylesine büyük bir bölümünü elinde tutan çok uluslu şirketlerin günümüzde 1.7 trilyon ABD doları dış yatırımları, 4.4 trilyon ABD doları küresel satışları bulunmaktadır. General Motors, Exxon, IBM ve Royal Detschell gibi isimleri içeren 15 en büyük küresel şirketin bir yıllık gelirlerinin 120 az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkenin yıllık gayri safi yurt içi hasılalarının (GSYİH) toplamlarından fazla olması, oldukça dikkat çekici bir unsur olarak göze çarpmaktadır.
Bu noktada, böylesine büyük mali bir güce nasıl ulaşılabilir? sorusunun cevabını araştırmak gereği ortaya çıkmaktadır. Sorunun cevabı 1980’li yılların sonlarından itibaren yaşanan gelişmelerde saklıdır. 19 Ekim 1987 tarihinde ABD’de yaşanan hızlı bir spekülasyon sonucu New York borsası çökmüş, bunu 1990 yılında Tokyo borsasının çöküşü daha sonra da diğer gelişmiş ülkelerin borsaların çöküşleri izlemiştir. Ancak, bu çöküşlerden az gelişmiş ve gelişmekte olan piyasalar etkilenmemiştir. Öyleyse, oluşan riski dağıtmak için yeni yatırım alanlarına ihtiyaç vardır. Yani artık az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere daha fazla yatırım ve yabancı sermaye akışı gerekli olmuştur. New York borsasının çöküşünün hemen ardından dış piyasalara yönelik yatırımlarda büyük artışlar meydana gelmiştir. Bu artışlar Tablo-6’da gösterilmiştir.
Aslında gelişmiş ülkelerin yaşadığı bu olumsuzlukların nedeni ekonomide “azalan kar haddi kanunu” olarak bilinen şirketlerin karlılıklarının azalmasından başka bir şey değildir. Kar haddinin azalması yatırımları ve büyümeyi sınırlar. Kar haddini artırmanın en iyi yolu ise serbest piyasa ekonomisinin ithalatı serbestleştirdiği ekonomilerde yeni mal ve hizmetlerin pazarlanması ile mümkün olur. Bunun için ise az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ekonomilerine sermayenin girişinin sağlanması gereklidir. Bu sermayenin girişi için ise uluslar arası şirketlere ihtiyaç vardır.
Ortaya çıkan bu göstergeler, yıllar ilerledikçe bir başka deyişle küreselleşme hız kazandıkça dünyaya yayılan yabancı sermayenin de miktarının artmasının en büyük nedeninin, karlılığın artırılması olduğu gerçeğini öne çıkarmaktadır. Yabancı sermayenin az gelişmiş ve özellikle de gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine akıtılması sonucu elde edilen yüksek karlar nasıl oluşmaktadır? sorusuna bulunacak cevap, konunun daha iyi algılanmasını sağlayacaktır.


Tablo-6


Çok Uluslu Şirketler Aracılığı İle Gelişmekte Olan Ülkelere Giden Sermaye (yılda ABD doları olarak)



Yatırım ..........Çeşitleri Yıllar -1990 - 1993 - 1994 - 1995



Dolaysız yatırımlar ........ ...........35.3 ...56.3 ...80.1 ...90.3



Bono ve tahviller ......................14.9 ...54.1 ...52.6 ...59.6



Hisse senetleri ..........................8.5 ....45.6 ...34.9 ...22.0



TOPLAM ...............................58.9 ..156.0 ..167.6 ..171.9


1980’li yıllardan itibaren aralarında, Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde, sıkı para politikası uygulaması başlatıldı. Sıkı para politikası gereği kamu açıkları, merkez bankasına borçlanarak değil de iç borçlanma şeklinde kapatılmaya çalışıldı. İç borçlanmada etkin olanların başında yabancılar geliyordu.
Bir ülkeye yabancı sermayenin gelebilmesi için, o ülkede uygulanan faiz oranları önem taşımaktadır. Dışarıdan sermaye çekmek isteyen ülke faiz oranlarını;Ülke içinde uygulanan nominal faiz + ülkenin risk primi + ülkede yıllık oluşması gereken devalüasyon beklentisiformülüne uygun olarak belirlemek zorundadır. Faiz oranları eğer bu formül doğrultusunda belirlenmezse içeriden dışarıya sermaye kaçışı meydana gelir. Çevre ülkeleri olarak adlandırdığımız az gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler için risk primi oldukça yüksektir. Bu çerçeve doğrultusunda yükselen faiz oranları karşısında kamu açıkları artmakta, yabancı sermayenin ulusal paraya çevrilmesi sonucu harcama genişlemesi ile dış açıklar büyümekte yani ithalat artmaktadır. Bu gelişmelerden sonra dışarıdan gelen sermaye ile döviz fiyatları düşük tutulmakta ve ulusal para aşırı oranda değerlenmektedir. Döviz fiyatlarının olması gereken değerlerin altında, buna karşılık faiz oranlarının döviz fiyatlarındaki artışın üzerinde olması yabancı sermayenin reel getirisini çok üst seviyelere yükseltmektedir. İçeride ise kamu amaçlarını kapatmak amacıyla yüksek faiz oranları üzerinden borçlanmak zorunda kalan devlet daha fazla yabancı sermayeye ihtiyaç duyar hale gelmektedir. Bu kısır döngü sonucu ithalat patlarken ihracat azalmakta, döviz fiyatlarının ucuz kalması sonucu ihraç mallar dolar üzerinden rekabet gücünü kaybetmektedirler. İhracatın azalması ithalatın artması sonucu cari açıklar büyümekte, büyüyen cari açıklar ülke risk oranlarının yükselmesine dolayısıyla da faiz oranlarının tırmanmasına neden olmaktadır. Yüksek faiz oranları ise yabancı sermayeyi cazip hale getirmektedir.
IMF’nin ısrarları doğrultusunda sabit kur uygulaması sonucu Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesi, buna karşılık faizlerin döviz artışının oldukça fazla üzerinde olması ve yaşanan 19 Şubat krizi, yukarıda açıklanan bilgilerin somut örneğini oluşturmaktadır. Bu gelişmeler; yabancı sermayeyi getiren çok uluslu şirketlerin gelirlerini nasıl artırdıklarını ve nasıl mali bir güç haline geldiklerini açıklamaya yetecektir.
Çok uluslu şirketlerin ulaştıkları güç seviyelerinin bir başka göstergesi de yabancı oyuncuların aktif rol oynadıkları ulusal borsalardır. 1993 yılı verilerini kapsayan Tablo-7 incelendiğinde, spekülatif hareketler sonucu, gelişmekte olan ülkelerden kazanılacak paraların boyutlarının ne derece büyüdüğü de anlaşılabilecektir.



Tablo-7




Gelişmekte Olan Borsalarda ABD Doları Üzerinden Getiri (yüzde olarak)




Ülke Borsaları Getiri



Türkiye ............209
Hong Kong .........97
Macaristan .......124
Endonezya .........91

Filipinler ...........110

Tayland .............84

Malezya ...........100

Brezilya .............76



Yabancı sermayenin hisse senetlerine akması ve özelleştirme uygulanan KİT’ler üzerinde yoğunlaşması, borsada fiyatların şişmesine, hem şirketlerin hem de borsa oyuncularının zenginleşmesine neden olmaktadır. Bu bağlamda; Tablo-7’de belirtilen borsalarda görülen yükselişlerin, çevre ülkelere giden yabancı sermayenin ve çok uluslu şirket yatırımlarının %70’ine yakın bir bölümünün tahvil ve hisse senedi piyasasına gitmesinden kaynaklandığı değerlendirmesi hatalı olmayacaktır. (Tablo-6)
Çok uluslu şirketlerin, etkilerini artıran bir diğer faktör, özelleştirme girişimleridir. Yabancı sermayenin gelebilmesi için özelleştirme, koşul olarak öne sürülmektedir. Çünkü, küreselleşmenin olmazsa olmaz şartlarından biri ekonomiye devlet müdahalesini engellemektir. Özellikle kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine duyulan isteği iyimser duygularla anlamak mümkün değildir. Yapılan özelleştirmeler ile çok uluslu şirketler, stratejik ortak olarak şirketlerde ve kuruluşlarda hisse sahibi olmak suretiyle ulus-devletler üzerindeki etkilerini artırmaktadırlar. Çok uluslu şirketler, ayrıca kara paranın aklanması konusunda, geçmişten gelen birikimlerini artırarak devam ettirmektedirler.
Buraya kadar ortaya konulan bilgiler ışığında, küreselleşmenin bir ürünü olan çok uluslu şirketlerin, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin geleceklerini ne şekilde etkileyeceklerini belirlemek kolaylaşacaktır.
Yaşanan gelişmeler, ne yazık ki yarının bugünden daha kötü olacağının habercisi durumundadır. Çok uluslu şirketler, küreselleşmenin gereği olarak önümüzdeki yıllarda az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik, politik ve sosyal politikaları üzerindeki etkilerini giderek artıracaklardır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dış borçları artmaya devam edecektir. Uluslar arası şirketler bu borçların karşılığı verecekleri yeni krediler için ek teminatlar isteyeceklerdir. Bu teminatların, ülke egemenliklerini kısıtlayıcı faktörleri de kapsayabileceği düşünülmelidir.
Az gelişmiş ülke borçları; 1970 yılında 62.5 ABD doları iken 1980 yılında 561.5 ABD dolarına, 1990 yılında 1 trilyon 242 milyar ABD dolarına, 1991 yılında 1 trilyon 341 milyar ABD dolarına yükselmiştir. Bu borçların faiz tutarı 77.5 milyar ABD dolarıdır. Çok uluslu şirket faaliyetleri aynı hızla devam ederse iyimser bir tahminle 2011 yılında borç tutarı 5 trilyon ABD dolarına, 2021 yılında ise gene iyimser bir tahminle 10 trilyon ABD dolarına, faizleri ise 325 milyar ABD doları civarına yükselecektir. Borçların bu denli yükselmesi çok uluslu şirketlerin ulusal şirketler içinde stratejik ortaklıklarının artmasına neden olacaktır.
Çok uluslu şirketlerin ulusal ekonomiler üzerindeki etkilerinin artması sonucu, tahvil, bono ve hisse senedi piyasalarındaki etkileri de artacak, ulusal borsaların endeksleri ve faiz oranları büyük ölçüde bu şirketler tarafından belirlenecektir.
Çok uluslu şirketler arasında birleşmeler sonucu dev şirketler, küresel ekonominin en önemli unsuru olacaklardır. Birleşmeler sonucu oluşan dev şirketler, teknolojik gelişmelere de paralel olarak işsizliğin artmasına neden olacaklardır.
Çok uluslu şirketler, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki doğa tahribatını ve çevresel kirlenmeyi artıracaklardır.
Çok uluslu şirketlerin yapacakları yatırımlar ile ulusal refahı artıracakları yolundaki söylemlerin gerçekleşme olasılığı oldukça düşük olacaktır. Esas amaçlarının her zaman daha fazla kar etmek ve güdümlerinde bulundukları ülkelerin amaçlarına hizmet etmek olduğu unutulmamalıdır. Bu konuda ülkemizin yaşadığı tecrübelerden bir tanesi buraya aktarılmıştır. 1989 yılında Türkiye’den petrol arama ruhsatı alan ABD ortaklı petrol arama şirketi ARCO’nun Diyarbakır yakınlarındaki Kayayolu sahasında açtığı sahayı petrol olmadığı gerekçesi ile kapatması, ancak aynı bölgede 1999 yılında TPAO tarafından yapılan çalışmalarda bölgenin en zengin petrol yataklarının bulunması bu düşüncenin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Meydana çıkan bu durum gelecekte de daha farklı olmayacaktır.

KÜRESELLEŞMENİN GELECEĞİ :
1980-2000 yılları arasında yaşanan 20 yıllık dönem; insanlık tarihinde hiç beklenmeyen olayların birbirini izlediği, sürekli olduğu düşünülen birçok olgunun tarihe karıştığı, inanılmaz çelişkilerin yaşandığı, güç dengelerinde beklenmeyen kaymaların oluştuğu, çok sağlam oldukları değerlendirilen düzenlerin bile yıkıldığı bir süreç olarak yaşanmıştır. 1980’li yılların başlarında hız kazanan küreselleşme hareketleri, bugün hayatımızın her alanında etkisini hissettirmektedir.
Küreselleşme hareketleri öyle boyutlara ulaşmıştır ki, artık geleceği kestirmek, gelecek hakkında değerlendirmeler yapabilmek zorlaşmıştır. Olayların baş döndürücü bir hızla ilerlemesi gelecek hakkında öngörüde bulunmayı zorlaştırıyor. Bireyler, hükümetler, toplumlar, firmalar önlerini görmekte zorlanıyorlar. “Belirsizliklerle dolu bir gelecek” sözü, klişeleşmiş olarak herkesin söyleminde yer alıyor.
Önümüzdeki 15-20 yıllık süreç içinde küreselleşmenin geleceğini etkileyen önemli unsurlardan biri dünyadaki yıllık nüfus artış oranlarıdır. Nüfus artışının küresel dağılımı incelendiğinde ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. 1990-1997 yılları arasında yıllık nüfus artış oranları az gelişmiş ülkelerde %2.1, gelişmekte olan ülkelerde %1 civarındadır. Gelişmiş ülkelerde ise ciddi bir artış olmayacağı hatta bazı ülkelerde nüfusun gerileyebileceği öngörülmektedir. 2005 yılı için yapılan bir tahmine göre; az gelişmiş ülkeler nüfusunun 2.1 milyar artışla 5.2 milyara, gelişmekte olan ülkelerin nüfuslarının 800 milyonluk artışla 1.9 milyara, gelişmiş ülkelerin nüfuslarının ise ancak yüzbinler seviyesinde artışla 900 bin civarında olacağı öne sürülmektedir. Kaba bir hesapla 2005 yılında dünya nüfusunun %12’lik bölümünü gelişmiş ülkelerin, %88’lik bölümünü ise az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin oluşturacağı söylenebilir.
2050 yılı için yapılan bir öngörüde gelişmiş 39 ülkenin nüfusunun bugüne göre (2001 yılına göre) daha yaşlanacağı ve azalacağı beklenmektedir.
Günümüzde yaşanan nüfus hareketlerinden bazı örnekler, geleceğe ilişkin bu öngörüleri doğrular niteliktedir. AB’nin 2000 yılı toplam nüfus artışı 343 000 kişidir. Bu rakamın Hindistan’da 2000 yılının ilk haftası içinde görülen nüfus artışı ile aynı olması dikkat çekmektedir. Geçmişte dünya nüfusunun %22’si Avrupa’da %8’i Afrika’da yaşarken bugün, Avrupa’da yaşayanların sayıları %12-13 sevilerine düşerken Afrika’da yaşayanların sayıları %15-16 seviyelerine yükselmiştir. 2050 yılı için yapılan bir tahmine göre Afrika nüfusunun Avrupa nüfusunun üç katı olacağı beklenmektedir.
1990 verilerine göre gelişmiş ülkelerin dünya nüfusu içindeki payları %15.5 iken, 1997 yılında %14.1’e düşmüştür. Buna karşılık 1990 yılında dünya toplam ihracatı içindeki payları %73.2 iken 1997 yılında %85.9’a yükselmiştir. Eğer küreselleşme bu hızla devam ederse 2005 yılında dünyanın sadece %12’sini oluşturan gelişmiş ülkeler dünya ihracat oranları hiç değişmese bile (oldukça iyimser bir tahmin) kişi başına düşen milli gelirlerini artırmaya devam edeceklerdir. Buna karşılık dünyanın %88’lik bölümünü oluşturan insanların kişi başına düşen milli gelirleri reel olarak düşmeye bir başka deyişle bu ülkelerde yaşayan insanlar fakirleşmeye devam edeceklerdir. Oranların bu denli haksız değişimi, küreselleşmeye duyulan tepkileri, küreselleşme karşıtı eylem ve terörist faaliyetleri artıracak dolayısıyla küreselleşmenin geleceğini tehdit eder unsurların etkinleşmesine neden olacaktır. Eğer küreselleşme fakir ülkelerde refah artışı, yaşam şartlarının iyileştirilmesi gibi çağdaşlaşma gereksinmelerini karşılayamazsa (buraya kadar olan bölümlerde somut veriler küreselleşmenin bu haliyle gelecekte bu gereksinmeleri karşılayamayacağını ortaya koymuştur) gelecekte dünyanın görünümü eski çağ sömürge uygarlıklarının adeta bir kopyası olacaktır. Bir yanda refah içinde yaşayan, yönetim-denetim-kültür-düşünce-teknoloji gibi güçleri elinde bulunduran ve sayıları 1 milyara bile ulaşmayan insanların oluşturduğu mutlu azınlık, diğer yanda ise borçlarla, açlıkla, sefaletle, işsizlikle mücadele etmeye çalışan 7.1 milyar insan.
Dünyanın büyük bir bölümünde kıtlık ve açlıkla mücadele edilirken, sık sık yerel ve bölgesel savaşlara dönüşen ırkçı-dinci çatışmalar yaşanırken, çeşitli salgın ve bulaşıcı hastalıklar yaygınlaşırken, nüfus artışlarından kaynaklanan doğa tahribatı çoğalırken, ülkelerin sınırlarını zorlayan kitlesel göçler artarken vb. insan haklarından söz eden gelişmiş ülkeler, küreselleşmenin getirdiği bu sorunlarla baş edebilecekler mi? Küreselleşmenin neden olduğu kitlesel göçler sonucu, gelişmiş ülkelerde ırkçı eğilimlerin yükselmesi, yabancı düşmanlığının artması engellenebilecek mi? Hatta bazı gelişmiş ülkelerde yabancı düşmanı siyasi partilerin iktidara gelmeleri olasılık dışı mı? Az gelişmiş ve gelişmekte olan birçok ülkede radikal dinci akımların ön plana çıkması engellenebilecek mi?
İşte bu sorulara verilen “hayır” cevapları, küreselleşmenin geleceğinin ortaya konması ve küreselleşmenin önündeki engellerin görülebilmesi için önem arz etmektedir.
Küreselleşmenin geleceğini tehdit eden önemli bir unsur da az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin borçlarında görülen artışlardır. Dünya Bankası’nın 1998 ve 1999 yıllarında yayınlanan raporlara göre; az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin 1997 yılı GSMH’ları 6.1 trilyon ABD doları borçları ise 2.1 trilyon ABD dolarıdır. Dış borçların 1.5 trilyon ABD dolarının, 1980 yılı sonrası oluşan serbest piyasa ekonomisi dönemi sonucu oluştuğu göze çarpmaktadır. Önümüzdeki yıllarda borç kısır döngüsünün devam edeceği ve dış borçların her yıl artış göstereceği değerlendirilmektedir. Buna karşılık gelişmiş ülkelerin IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslar arası mali ve siyasi örgütler ile verdikleri borçlara belirgin devlet teminatları isteyeceği bir gerçektir. Gelecekte borçlara karşı istenen teminatların içinde Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulan “borç idaresi kurumları” gibi kuruluşların hayata geçirilmesi olasılık dahilinde görülmektedir. Bu bağlamda IMF’nin gelişmekte olan ülkelerde açmaya başladığı bürolar, bu düşüncenin göstergesi olabilir mi? sorusu mutlak surette tartışmaya açılmalıdır.
Görünen odur ki, önümüzdeki yıllarda gelişmiş ülkelerin dünyaya müdahaleleri giderek artacaktır. Ancak; bu gelişmeler az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri memnun etmeyecek, bağımsızlık ve milliyetçilik duygularının ön plana çıkması ile küreselleşmeye karşı oluşan tepkilerin büyük oranda artmasına neden olabilecektir.
Özetle; 2020’li yılların dünyasının alacağı şekil küreselleşmenin de geleceğini belirleyecektir. Önümüzdeki yıllarda dinsel akımların dünyanın her tarafında ortaya çıkan sefalete sığınak oluşturacağı, din adamlarına fikir adamlarından ve politikacılardan daha fazla rağbet gösterilebileceği, ırkçılık ve kültürel milliyetçilik akımlarının hızla çoğalmasının sonucu olarak çeşitli parçalanmaların yaşanacağı ve yeni ama küçük devletlerin kurulabileceği, küreselleşme sonucu gelişen para hırsı, kin ve vahşet gibi duyguların toplum hayatında önemli yaralar oluşturabileceği, teknolojide yaşanan gelişmelerin gerek bireyler gerek birey-toplum gerekse toplumsal arası ilişkilerde yeni kargaşalara neden olabileceği, küreselleşme ile birlikte güçsüzleşen devlet politikaları yerine sivil toplum örgütleri ve uluslar arası şirketler tarafından belirlenen politikaların etkin olacağı değerlendirilmektedir.
Küreselleşme ile yaratılan yeni dünya düzeninin özellikle ekonomik boyutunun etkisi ile çelişkilerin derinleşebileceği, tepkilerin giderek yoğunlaşabileceği, gerilimlerin büyük boyutlara ulaşabileceği ve yeni bölgesel çatışmaların temellerinin oluşabileceği değerlendirilmektedir.
Yaşanan tüm bu gelişmeler önümüzdeki 15-20 yıllık süreç sonunda küreselleşmenin sona ereceğinin göstergesi olabilmektedir. ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzeni yapısından dört kutuplu bir dünya düzeni yapısına geçileceği olasılık dışında tutulmamalıdır.



Comments :

0 yorum to “Küreselleşmenin Geleceği - Küreselleşmenin az gelişmiş ülkelerere etkisi”

Yorum Gönder