background:fixed;
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

ads

|Siyasi Tarih| Siyasal Partiler - Türkiyedeki Parti Yasakları

Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de, siyasal partilerin ortaya çıkışında “temsili demokrasi”nin ve “oy hakkının genişletilmesi”nin önemli bir rol oynadığı yadsınamaz. Türkiye’de ilk siyasal örgütlenmeler, I. Meşrutiyet döneminin sonlarında, gizli olarak kurulan derneklerle başlamıştır.
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilânından sonra, dernek kurma özgürlüğü tanınmış ve siyasal partiler de, dernek statüsüne sokulmuştur. Bunun sonucunda, çoğunluğu daha önce kurulmuş derneklerin tabanları üzerinde olmak üzere, birçok siyasal parti kurulmuştur.
Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde ise, bağımsızlık mücadelesini yürütmek üzere, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri oluşturulmuştur. Bu dernekler, Erzurum Kongresinde, “Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında; Sivas Kongresinde ise “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiştir.
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, TBMM’nin kuruluşunda ve ulusal bağımsızlığın kazanılmasında çok önemli roller üstlenmiştir.
23 nisan 1920’de toplanan TBMM’nin, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin programını uygulaması ve bir bütün olarak hareket etmesi beklenirken, zamanla birtakım gruplaşmalar ve düşünce ayrılıkları kendisini göstermiştir. Diğer yandan, yeni kurulan devletin yapısında, siyasal partiler gibi, birtakım çağdaş kuruluşlara da gereksinim duyulmaya başlanmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda Mustafa Kemal Atatürk tarafından 9 Eylül 1923’te HALK FIRKASI (Cumhuriyet Halk Partisi) kurulmuştur.

CUMHURİYET HALK FIRKASI(PARTİSİ)

TBMM’de gruplaşmaların çoğaldığı ve siyasal yaşamda siyasal partilere gereksinim duyulmaya başlandığı bir ortamda, Mustafa Kemal, 6 Aralık 1922 tarihinde basına verdiği bir demeçle, “HALK FIRKASI” adını taşıyan bir siyasal parti kuracağını açıklamıştır.
8 Nisan 1923 tarihinde ise, Mustafa Kemal’in, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatıyla, bir bildiri yayınladığı görülmektedir.
Dokuz maddeden oluştuğu için 9 umde (ilke) olarak anılan bu metin, bir “seçim bildirgesi” dir. Bu seçim bildirgesi, aynı zamanda, kurulacak parti için de bir program hazırlığı niteliğini taşımaktadır.
Daha sonra Mustafa Kemal ve partinin kuruluşunu destekleyen milletvekilleri, tüzük hazırlıklarına başlamışlardır.
Hazırlanan tüzükte, “HALKÇILIK”, “CUMHURİYETÇİLİK”, “MİLLİYETÇİLİK” temel ilkeler olarak gösterilmiş; “ULUSAL EGEMENLİK”, “DEVRİM” ve “HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ” kavramlarına da yer verilmiş.
Daha sonra “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, “HALK FIRKASI”na dönüştürülmüş ve Mustafa Kemal, 9 Eylül 1923’te İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, “Halk Fırkası”nın kuruluşunu bildirmiştir.
Bu gelişim çizgisinin de ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet Halk Partisi, Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen ve yürüten “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin devamıdır.
Başlangıçta “Halk Fırkası” olan partinin adı, 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında da “CUMHURİYET HALK PARTİSİ” olarak değiştirilmiştir.




TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI

Terakkiperver Fırka, kuruluşunu tamamladıktan sonra, iktidara karşı sert eleştirilerde bulunmaya başlamıştır. Özellikle de on üç milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde, kendilerine baskı yapıldığını iddia ederek, eleştirilerini arttırmıştı. Bu eleştiriler sırasında, parti mensuplarının "rakiplerine karşı din unsurunu kullanmayı faydalı" görmeleri, o sıralarda laikçi reformların başarılı olması için çok çaba gösteren Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa' nın şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdir. Bu durum Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası' nın Mustafa Kemal Paşa tarafından, Cumhuriyet karşıtı ve gerici olarak damgalanmasına neden olmuştur.
Gazi, yeni partiyi; "parti dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır" şeklindeki görüşünden dolayı, dini bayrak olarak kullanmakla suçlayarak, bu partinin programlarında; "Biz halifeliği yeniden isteriz. Biz yeni yasalar istemeyiz. Bize mecelle yeter. Medreseler, tekkeler, bilgisiz softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız; bizimle birlik olunuz! Çünkü, Mustafa Kemal'in partisi halifeliği kaldırdı. Müslümanlığı zedeliyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecek!" şeklinde, yeni rejime ters vaadlerde bulunduğunu ileri sürerek, T.C.F.'nı ".. en hain kafaların ürünü.. yurtta cana kıyıcıların, gericilerin sığınağı ve dayanağı" olmakla suçlamıştır.
Doğu Anadolu'da Şeyh Sait İsyanı sırasında, Başbakan Fethi Bey'in bu partinin liderleri ile görüşerek, kendilerini uyardığı, buralardaki parti teşkilatlarının ya frenlenmesini yahut da büsbütün kaldırılmasını önerdiği anlaşılmaktadır. Bu isyanın tehlikeli bir hal alması üzerine, Hükümet 25 Şubat 1925'te "dinin siyasete alet edilmemesi hakkında tasarıyı kanunlaştırdı.".Ancak Başbakan Fethi Bey hakkında, C.H.P. Grubunda Doğu olayları ile ilgili olarak verilen 18 imzalı soru önergesinden sonra, hükümete güven oylaması yapıldı ve Fethi Bey'e; 60'a karşı ,94 oyla güvensizlik gösterilmesi sonucu, kabine istifa etti. Yeni kabineyi kurmakla İsmet Paşa görevlendirildi.
Şeyh Sait isyanı karşısında, Terakkiperver Fırka'nın da Fethi Bey kabinesine destek olduğu hatta, lideri Kâzım Karabekir Paşa'nın, bu hükümetin verdiği sıkıyönetim kararını olumlu karşılayarak, isyan konusunda; "Dini alet ittihaz ederek millî mevcudiyeti tehlikeye koyanlar lanete şayandır. Bu hareket vatana hiyanettir.." diyerek, isyanı kınadığı görülmüştü. Ancak gerek Karabekir Paşa'nın ve gerekse Rauf Bey ile öteki T.C.F. ileri gelenlerinin isyanı önlemek amacıyla, Takrir-i Sükun Kanunu'nun kabul edilmesiniğ isteyen İsmet Paşa'ya karşı çıkmaları, Cumhuriyet rejiminin korunması için radikal tedbirlere başvurulmamasından yana olduklarını ortaya koymuştu. Muhalefetin karşı çıkmasına rağmen, İsmet Paşa Hükümeti'nin bu konudaki isteği, T.B.M.M.'nde 4 Mart 1924 tarihinde 23 olumsuz ve 2 çekimsere karşı, 155 oyla kabul edilerek, Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlüğe girdi,. Bu kanunla beraber de İstikâl Mahkemeleri de yeniden göreve başladı.
Şeyh Sait isyanı bastırıldıktan sonra, asilerin elebaşlarının yargılanmaları sırasında, "Şark İstiklâl Mahkemesi, dini propaganda ve tahriklerle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı irtibatlı görerek Fırkanın kapatılmasına karar..." verdi. Bu kararda İstiklâl Mahkemeleri'nin, partinin isyanla ilişkisini, iddia etmesi ve partiye karşı hükümetin aldığı tavır da etkili olmuş, T.C.F. Bakanlar Kurulu Kararı ile, 5 Haziran 1925 tarihinde kapatılmıştır.
Terakkiperver Fırka ile Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki mücadele, bir noktadan bakıldığı zaman; Meşrutiyetle Cumhuriyet'in mücadelesi gibi düşünülebilir. İnönü'nün deyimi ile, "Terakkiperver Fırka erkanı(da), reformcu kimselerdi ama, Osmanlı reformcusu idiler." Oysa Atatürk, bütünüyle çağdaşlaşmadan yana olup, devrimci yöntemlerle hedefe varmak istiyordu. Bu nedenle, Şark İsyanını da bir ideoloji mücadelesi olarak değerlendirmiş etnik ve dinsel yanı olduğu savunulan isyanın bastırılmasından sonra, T.C.F.'nın Doğu'daki elemanları tevkif edilerek, parti hareketsiz bırakılmıştı.
Terakkiperver Fırka'nın kapatılmasından sonra planlanan İzmir suikasti ise, Meşrutiyetçilerle Cumhuriyetçilerin mücadelesinin son perdesi olmuş, bu isyan sırasında, iktidar Takrir-i Sükûn Kanunu'ndan yararlanarak basın üzerinde de sıkı bir denetim kurmuş ve bu suikastin liderlerinin yanı sıra, diğer muhalif simaların da etkisiz hale getirilmelerini sağlamıştır. Yaklaşık yedi aylık siyasi yaşamı kısa süren Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet denemesi olurken, 1930 yılına kadar yeni bir deneme yapılmayacaktı.
Bu denemeden çıkarılan en önemli sonuçlardan birisi; çok partili rejim ile devrimlerin birlikte yürüyemeyeceğinin anlaşılmış olmasıdır. Bu nedenle, çok partili sistemin kurulması yolunda yeni bir denemeye girişilebilmesi için, Cumhuriyet yönetimi, devrimin tamamlanmasını beklemek zorunda kalacaktı
ŞEYH SAİT İSYANI

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurulmasından yaklaşık üç ay sonra, Doğu' da (13 Şubat 1925) Şeyh Sait isyanı başladı. Aslında bu isyanı, Musul sorununda Türkiye’ yi zor duruma düşürmek isteyen İngilizler destekliyordu. İsyanın giderek genişlemesi ve cumhuriyetin varlığı için bir tehlike oluşturmaya başlaması karşısında, Başbakan Fethi Bey, TBMM'nde güvensizlik oyu ile düşürüldü. Yeni hükümeti İsmet Paşa kurdu. Bu hükümet güven oyu aldıktan sonra, Takrir-i Sükun (Sıkıyönetim) Kanunu, 4 Mart 1925'te TBMM'nde kabul edildi ve İstiklal Mahkemeleri göreve başladı. Doğu İstiklal Mahkemesi, isyanla ilgili bularak, TCF' nin kapatılmasına karar verdi. Bu gelişme sonrasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bakanlar Kurulu kararı ile 5 Haziran 1925 tarihinde kapatıldı. Bu siyasi mücadele, cumhuriyetçilerin, meşrutiyetçilere karşı zaferi ile sona erdi. Terakkiperver Parti' nin isyancılarla işbirliği ettiği belgelendirilememiştir. Bu partini genel başkanı Kazım Karabekir Paşa da isyancıları kınamıştır. Ancak Türk inkılabına karşı olan bazı kesimlerin, bu parti içine sızarak, muhalefet etmek eğiliminde oldukları anlaşılmaktadır.
İsyanı çıkaran Şeyh Sait ve yandaşları etkisiz hale getirildi ve başta Sait olmak üzere isyanın ileri gelenleri, idam edildi. Milli ordunun üçte ikisi bu isyanla uğraşmak durumunda kaldı. İngiltere ile Musul yüzünden bir sıcak savaşı bile göze almayı düşünen Türkiye'nin, bu konudaki pazarlık gücü azaldı. İsyan, Musul'un elden çıkmasında etkili oldu.

MUSTAFA KEMAL’ E SUİKAST GİRİŞİMİ

Kurtuluş Savaşımız'ın önderi Atatürk'e karşı çeşitli zamanlarda suikast girişimleri planlanmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasından sonra, gerçekleştirilmesi düşünülen, ancak plan aşamasında kalan, İzmir Suikastıdır.

Bu girişimi İttihatçı, eski milletvekillerinden ve Atatürk'ün muhaliflerinden Ziya Hurşit'in yönettiği anlaşılmaktadır. Suikast planını yapanların arasında eski İttihatçıların bulunması dikkat çekicidir.
İttihatçıların Maliye Bakanı Cavit bey, Çerkez Ethem'in arkadaşlarından Sarı Efe Edip, eski milletvekillerinden Dr. Nazım, İsmail Canbolat, Halis ile Eskişehir milletvekili Arif ve İzmir milletvekili Şükrü Beylerin de bu suikast girişiminin önde gelen sorumluları arasında yer aldığı anlaşılmaktadır. Bu gibi kimseler, Mustafa Kemal ve partisi ile siyasi alanda bir mücadeleyi göze alamadıkları için, onun varlığını ortadan kaldırmaya karar vermiş bulunuyorlardı. Mustafa Kemal'in 7 Mayıs 1926 tarihinde başladığı yurt gezisi sırasında, 15 Haziran'da İzmir'i ziyaret etmesi planlanmıştı. İşte bu ziyaret, suikastçılar için kaçınılmaz bir fırsat olarak değerlendirildi. Suikastın nasıl yapılacağı en ince ayrıntısına kadar belirlendi ve olaydan sonra Yunan adalarına kaçılması kararlaştırıldı.
Suikastı gerçekleştireceklerin, Sakız Adası'na kaçırılması işini üstlenen motor sahibi Giritli Şevki, Atatürk'ün İzmir'e gelişinin bir gün ertelenmesinden paniğe kapıldı. Bu kişinin durumu İzmir valisi'ne bildirmesiyle plan ortaya çıktı.
Yapılan baskın sonucu suikastı planlayanlar, suç araçları ile birlikte kaldıkları otelde yakalandılar. İstiklal Mahkemesi, konu ile ilgili olduğunu öne sürerek, Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'nin bazı ileri gelenlerini de gözetim altına aldıysa da, daha sonra bu kişiler serbest bırakıldılar. İstiklal Mahkemeleri'nin suçlu bulduğu 13 kişi idam edildi
İzmir Suikastı planı, cumhuriyetçilerle, meşrutiyetçilerin mücadelesinin son perdesi oldu. Olaydan sonra, İttihatçılar tamamen safdışı edildi ve muhalefette bir varlık gösterebilmeleri söz konusu olmadı.



SERBEST CUMHURİYET FIRKASI

Takrir-i Sükûn Kanunu döneminde Türkiye'nin çağdaşlaşmasına yönelik önemli adımlar atılmış, hukuk sistemi değiştirilmiş, giysi ve yazı reformu yapılmış ve Anayasa'da laiklik doğrultusunda gelişmeler sağlanmıştı. Ancak ekonomik alandaki yoksulluk giderilememişti. Özellikle, 1929 yılında başlayan dünya ekonomik bunalımının olumsuz etkilerinin giderek artması ve aynı yıl memlekette kötü ürün alınması, halkın sızlanmalarına neden olmuştu.
Bunun yanısıra, siyasal ve hukuksal anlamda eşitliği öngören Halkçılık İlkesi'nin,siyasal bir slogandan öteye gidememesi, daha da kötüsü bu ilkeyi savunan C.H.P. içinde bazı partililerin, siyasi nüfuzlarını kullanarak, kendi çıkarlarını korumaya yönelik çabaları, Cumhurbaşkanı ve Parti Genel Başkanı Mustafa Kemal Atatürk'ü çok üzüyordu. İşte bu ıstıraplara çare aranırken, Başbakan İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı'na şu öneride bulundu; "Meclis kürsüsünde hükümetin karşısına mebuslar çıkıp da bütün bu fenalık denilen, nüfuz suistimali denilen hadiseleri bağırarak söyleyip şikayet etmeleri usulü tesis olunmadıkça, biz, bu nüfuzu kötüye kullanma ve yanlış siyaset yapma hastalığından kurtulamayacağız."


Aslında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal de, bir diktatör havası vermekten hoşlanmıyordu. Sık sık çıktığı yurt gezilerinde halkın ne denli olumsuz şartlar içinde yaşadığını görüyordu. Bu durum, O'nun sürekli olarak hükümetten şikayet etmesine yol açıyordu.
Özet olarak Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün bir muhalefet yaratmak istemesinin başlıca nedenleri şöyle sıralanabilir :
1. Eskiden beri ülkede varolan yoksulluğun, Cumhuriyet döneminde de sürüp gitmesi ve halkın şikayetleri. Bu durum siyasi rejimin geleceğini tehlikeye sokabilirdi. Mevcut hükümet ekonomik sorunları çözmede başarılı olamamıştı.
2. Çağdaşlaşma yolunda 1923-30 yılları arasında en önemli inkılâplar gerçekleştirilmiş, bunlar Takrir-i Sükun Kanunu'nun koruyuculuğunda yapıldığı için, toplumsal tepkileri test edilememişti. Muhalefete izin verildiği zaman bu tepkiler ölçülebilecekti.
3. Partiye üye olan, hatta Atatürk'e yakın olduğunu iddia eden bir çok insanların hallerinden, hareketlerinden şikayet edilmesi almış yürümüştü. Başka bir deyişle, siyasi "nüfuz suistimali" vardı.
İktidar ile iyi ilişkiler içinde olmayı kendi çıkarları açısından gerekli gören; "Taşradaki eşraf, toprak ağası ve bir kısım tarım burjuvazisi ile kentlerde sınırlı biçimde gelişmiş bir kısım ticaret burjuvazisi de C.H.P. içinde egemen unsur olan bürokratlarla iktidar ittifakı yapmışlardı."
4. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, çağdaşlaşmayı demokratik sistemin kurulabilmesi ile mümkün görüyor, kendisinin diktatör olarak gösterilmesinden hoşlanmıyor ve "Ben millete miras olarak arkamda bir istibdad müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum." diyordu.
5. Takrir-i Sükun Kanunu 4 Mart 1929'da kaldırıldıktan sonra,Atatürk'ü değil, fakat İsmet Paşa'yı ve onun kabinesini hedef alan, "rejime sadık ve inançlı bir muhalefet " hareketi başlamıştı. Bu muhalefet siyasi bir çatı altında örgütlenerek, iktidara eleştirileriyle yol gösterebilirdi.
6. Takrir-i Sükun Kanunu döneminde rejime karşı olanların önemli bir bölümü, "tehlike olmaktan çıkarılmış" ve bir bölümü de sindirilmiş bulunuyordu. Bu ortam rejimi sarsmadan bir muhalefetin kurulmasına olanak sağlıyordu.
7. Gazi, en yakın arkadaşlarından ve eski Başbakanlarından olup, Paris Büyükelçiliği görevinden yurda dönen Fethi Bey gibi rejime sadık, güvenilir bir muhalif bulmuştu. Fethi Bey, kendisine yazdığı bir mektupta; "Hükümetin parasal ve ekonomik konulardaki başarısızlığından, parlamentoda fikir özgürlüğünün olmayışından ve hükümetin sorumsuzluğundan.." yakınmıştı. Fethi Bey'in kuracağı bir muhalif partinin Türk Devrimi'ne karşıt tavır alması beklenemezdi. Böylelikle rejim güvence altında olurdu.


MENEMEN OLAYI

Gerici amaçlarını, muhalefet partilerinde gerçekleştirmeyi deneyen, ancak bu amaçlarında başarılı olamayan çevreler, rejime karşı olan nefretlerini bazı olaylarla da açığa vurmuşlardır. Bunlardan birisi de Menemen Olayı'dır.

Dördünün adı Mehmet ve yaşları henüz 18'i bulmayan, ikisinin adı da Hasan olan Nakşibendi Tarikatı'nın üyesi altı kişi, 23 Aralık 1930 tarihinde Menemen' e gelerek, bir camiye baskın yaptılar. Camiden aldıkları yeşil sancağın altına toplanmayanların kılıçtan geçirileceklerini söyleyerek, halkı tehdit ettiler. Bu olayın başkahramanı olan yeşil sarıklı derviş Mehmet, kendisinin “Mehdi” (doğru yolu gösteren kişi) olduğunu, sınırda yetmişbin kişilik Halife ordusu’ nun” eklediğini duyurdu ve ilçede bir terör havası estirmeye başladı.
Bu olayın bastırılması görevi, o sırada takımını sabah eğitimine hazırlayan Öğretmen Asteğmen Kubilay' a verildi. Silahlarında tahta eğitim mermileri olan askerler, süngülerini takınca, gericilerden biri silahını ateşleyerek, Kubilay' ı yaraladı. Derviş Mehmet, kör bir bağ bıçağı ile Kubilay' ın başını keserek, yeşil sancağın üzerine dikti. Bu olayda Kubilay'a yardıma gelen Bekçi Hasan ve Şevki de şehit edildiler.
Cumhuriyet ve Türk İnkılabına yönelik bir hareket olarak nitelenen bu olay, bastırıldıktan sonra, sorumluları yargılanarak, suçlu görülenler idam cezasına çarptırıldılar. Menemen olayı olarak anılan bu olaydan sonra, dinsel çevrelerden İnkılaba karşı yöneltilen saldırılarda ve eleştirilerde önemli bir azalma görüldü. Bu olay, Türk Devrimi'nin bütün evrelerinin tamamlanmadan çok partili sisteme geçilmesinin sakıncalarını bir kez daha ortaya koydu. Bütün bu gelişmelere karşın Atatürk, 1935 seçimlerinde bazı yerlerde CHP'nin adayları yerine bağımsız adayların seçilmesine yardımcı olarak, TBMM'ne az sayıda da olsa muhalif milletvekillerinin girmesini sağladı. Böylece kendi döneminde mecliste bağımsız bir grubun temellerini atmış oldu.Sempozyumun sabah oturumundan sonra siyasi partilere getirilen yasaklardan söz etmek, hem çok zor, hem çok kolay. Zor, çünkü önceki oturumda bu konulara sıkça değinildi. O nedenle dinleyicilerin ilgisini çekecek farklı şeyler söylenmezse dinlemesi zevkli olmayacak. Bu konularda konuşmak çok kolay, çünkü işlenecek o kadar çok sorun var ki.. Anayasamızı, Siyasi Partiler Yasamızı alın, maddelerine tek tek bakın, her konuda yasakları göreceksiniz. Bu yasakların her biri üzerinde de saatlerce konuşmak mümkün.
Nitekim, benden önceki konuşmacılar birçok konuya değindiler. Ben şahsen, Sayın Mehmet Dülger'in konuşmasında aktardığı bilgilerden yararlandım. Sayın Tarhan Erdem'in konuşması ise, tüm konuşmacıların katkılarıyla çizilen umutsuz bir tablonun önümüze koyduğu bir ortamda; ciddi çalışılırsa, özen gösterilirse, bir çok iyi şeyin yapılabileceği ümidini vermesi açısından yararlıydı zannediyorum.

Ben, siyasal parti örgütlenmesindeki engelleri, yasalar ve yasaklar çerçevesini aşan boyutuyla ele almak ve her türlü engeli içeren "kısıtlamalar" sözcüğünü kullanmak istiyorum.

Siyasal partilerin yapılarını ve örgütlenme biçimlerini etkileyen bazı öğeler vardır. Bunların başlıcaları, tarihsel köken, siyasal kültür ve siyasal kültür'ün bir türevi olan yasal düzenlemeler'dir.

Tarihsel Köken
Ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger'e göre, "partiler, kökenlerinin etkisi altında kalırlar". Bazı bilim adamları (La Palombara ve Weiner) benzer şekilde, "tarihsel kirizler"in de partilerin hem doğuşunu hem de sonraki gelişmelerini belirleyici etken olduğuna değinmektedirler. Genel kabul gören bu iki yaklaşımı ben de paylaşıyorum. Türk siyasal yaşamında, bu görüşü doğrulayacak pekçok örnek görülebilir.

Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nde ve hatta Cumhuriyet Halk Partisi'nde, İttihat ve Terakki'nin izleri bulunmaktadır. Bu izler yalnız tüzüklerdeki benzerliklerle sınırlı kalmayıp, söz konusu partilerin eylemlerine yansımıştır. Örneğin, bugün "lider hegemonyası"ndan söz ediliyor. Oysa bu yeni birşey değildir. Tek parti döneminde CHP Merkez Yönetimi, yalnızca tüzük kendisine o yetkiyi tanıdığı için değil, ardılı (mirasçısı) olduğu İttihat ve Terakki'nin Merkezi Umumi'sinde de benzeri bir yapı bulunduğu için, tartışmasız bir otoriteye ve etkinliğe sahipti. Zaten başta lider kadrosu olmak üzere CHP yönetimi, büyük ölçüde İttihat ve Terakki'nin eski üyelerinden oluşmaktaydı. Batı modeline uygun çağdaş bir toplum yaratmak isteyen liderler, bu özlemleriyle çelişmesine karşın ülkede bir tek-parti yönetimi kurmak zorunda kalmışlarsa bunu, tarihsel köken (ve siyasal kültür) dışında bir nedenle açıklama olanağı yok gibidir.

Bu düşüncemi paylaşan ve bir anlamda da kanıtlayan bir örnek vermek istiyorum. Çok partili yaşamın ilk günlerinde, bir gazetecinin Demokrat Parti'ye ilişkin gözlemler,i lider hegemonyasının yeni başlamadığını vurgulamaktadır:

"DP'nin iktidara varışına kadar süren kahramanlık günlerinde Partinin ruhu Celâl Bayar'dı. Ne Menderes, ne de bir başkası..Bunu değiştirmek imkânı yoktur. Bütün meseleler gelir, Bayar'a dayanırdı. Nihai kararları hep o alırdı, o aldırırdı. Genel politikayı çizen oydu. Beyin oydu". (1)

Niye böyle oldu? Çünkü, Demokrat Parti liderleri, gerek Bayar, gerekse 1950 seçimlerinden sonra Başbakanlığı ve Parti Başkanlığını üstlenen Adnan Menderes, siyasal eğitimlerini tek parti dönemlerinde almışlardır. Hatta bu iki lider üzerinde İttihat ve Terakki döneminin etkileri olduğu bile ileri sürülebilir. Çünkü Bayar, Bursa ve İzmir'de İttihat ve Terakki mektebinde okumuştur. Demokrat Parti kurucularının ve birçok yöneticilerin Cumhuriyet Halk Partisi ekolünden yetişmiş olmaları, onları sonuna kadar bu ekolün etkisinde bırakmıştır. (2)

DP yöneticilerinin CHP okulundan yetişmiş olmaları, onların eski alışkanlıklarını sürdürmelerine de neden olmuştur. Tek parti döneminde CHP ile Devletin iç içe geçen yapısının izleri, iktidar yıllarında DP'de kendini göstermiştir. Yine bir gazeteci-yazarın o dönemle ilgili düşüncelerini aktarmak istiyorum:

"Başlangıçta, demokrasi tam anlaşılamadığı için devlet yönetimine müdahaleler olmuştur. Böylece Parti ile Hükümet birbirine karıştı. Hele belediyeler tamamen parti örgütlerinin sultasındaydı." (3)

Günümüz olaylarını değerlendirirken, gelişmelerde tarihsel geçmişin kültürel ve siyasal birikimin etkisini görmek gerekir.

Siyasal Kültür
Siyasal parti örgütlenmesinde, sadece yasalardaki kısıtlamalara bakmak yanıltıcı olabilir, bazı kısıtlamalar özellikle siyasal kültürden kaynaklanmaktadır. Başlangıçta sözünü ettiğim gibi, partilerin kökenleri ve geçmişleri, onların daha sonraki yapılarını belirliyor. Ayrıca, ülkede yerleşik siyasal kültür, partilerin yapılarını ve daha sonraki gelişme çizgilerini etkiliyor.

Türkiye'de siyasal kültürün örgütlenme üzerindeki etkilerini iki boyutta ele almak olanaklıdır: "Yönetim anlayışı" ve "yasal düzenleme"ler.

Yönetim Anlayışı
Ülkemizde yerleşik yönetim anlayışı, toplumsal hayatı tüm ayrıntılarıyla düzenleme eğilimi taşır.

Her sorunun çözümünü mutlaka bir yasa maddesinde arama, eğer böyle bir yasa yoksa, bu yasa maddesini hemen koyma alışkanlığı vardır. Toplumda sorunlara uzlaşmayla çözüm arama yerine, çözümü yasalarda ve yasa maddelerinde arama alışkanlığı yerleşmiştir.

Siyasal bilimciler, partilerin yapısı incelenirken genellikle şu temel etkenlerin göz önünde tutulması gerektiğini belirtmektedirler: (4)

1) Liderin rolü ve seçilme yöntemi,

2) Örgütte merkeziyetçilik derecesi,

3) Liderlerin örgüt hiyerarşisi içindeki gücü; disiplin yetkilerinin genişliği; karar almaya ve politika belirlemeye katılma derecesi,

4) Parti bürokrasisinin denetimi,

5) Parlamento kanadının partinin diğer bölümleriyle ilişkisi,

6) Üyeliğin temeli ve yaygınlık derecesi.

Bu etmenlere bakarak siyasal parti örgütünde merkeziyetçilik derecesini inceleyebilirsiniz. Yani Genel Merkez-Taşra Örgütü ilişkisinin yönünü belirleyici yanıt, bu etmenlerde, özetle siyasal kültürdedir. (5)

Başka bir deyişle, ülkenin yönetim geleneği, partilerin büyüklüğü, partilerin parasal ve kadro desteklerinin niteliği, ideolojiye verilen önem, parti liderliği, partilerle ilgili yasalar ve partilerin kendi tüzükleri, bu ilişkinin ve yapının niteliğini belirlemektedir.

O yüzden, çeşitli partilerde ve aynı partinin çeşitli dönemlerinde, merkez yönetimi ile yerel örgütün ne derece söz sahibi oldukları incelenirken temel kaynak ve hareket noktası, siyasal partilerle ilgili yasalar ve tüzükler olmaktadır.

Yasalar ve Tüzükler
Türkiye'de siyasal partilerle ilgili yasal düzenlemeleri şöylece özetlemek olanaklıdır: II. Meşrutiyet döneminde siyasal partiler, 1909 tarih ve 310 Sayılı Cemiyetler Kanunu'na göre kurulmuşlardır. Bu yasa, ilk kez 15 Ekim 1923'te 335 Sayılı Yasayla, ikinci kez 20 Aralık 1923'te 387 Sayılı Yasayla değiştirildikten sonra 1938 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. 28 Haziran 1938'de 3512 sayı ile yeni bir "Dernekler Yasası" kabul edilmiştir. Çok partili yaşama geçme kararı alındıktan sonra, 5 Haziran 1946'da, bu kararın gerektirdiği bazı yasal düzenlemeler 4119 Sayılı Yasa'yla yapılmıştır. (6)

9 Temmuz 1961 günü halkoylamasına sunulan Anayasaya göre hazırlanan "Siyasi Partiler Kanunu" 13.7.1965'te çıkarılmıştır. Halen yürürlükte bulunan 2820 sayılı Siyasal Partiler Yasası ise, 1980 askeri müdahalesinin etkisini taşıyan 1982 Anayasası doğrultusunda 22.4.1983'te kabul edilmiştir.

Parti tüzük ve yönetmeliklerine gelince, Duverger, Siyasi Partiler adlı yapıtında, "Tüzük ve yönetmelikler ya gerçeği hiç tasvir etmez veya çok eksik eder; çünkü bunların, oldukları gibi uygulandıkları enderdir" demektedir.

Gerçekten de bu yaklaşım, Türkiye'deki durumu çok iyi ifade etmektedir. Özellikle 1960 sonrası yasalarda öngörülen "tek tip" örgütlenme modeli ve ayrıntılı kısıtlamalar, tüzükleri göstermelik hale getirmiştir.

Yasalarımız, ayrıntılı kısıtlamalar getirdiği için, partiler, tüzüklerini bu kısıtlamalara göre düzenlemek zorunda kalmaktadır. Yani, resmen yasal kısıtlamaların dışına çıkamazlar. Örgütlenmede yasanın öngördüğünden farklı öğeleri kullanmak isterlerse, doğal olarak, tüzüklerine yazmadıkları birtakım yöntemlerle bu kısıtlamaları aşmaya çalışmaktadır. Bu da uygulamanın, genellikle yasaya uygun biçimde hazırlanmış tüzüklerden farklılığına neden olmaktadır.

Dolayısıyla tüzükler, gerçek durumu yansıtmıyor. Kaldı ki, tüzüklerin örgüt yapısını az çok yansıttığı istisnai durumlarda da, tüzük hükümlerinin tam anlamıyla uygulandığı söylenemez.

Yasaklar
Ülkemizde siyasal parti örgütlenmesiyle ilgili ilk kısıtlama Anayasadan gelmektedir. Gerek 1961 Anayasası gerek onun doğrultusunda hazırlanan ve 1965'te yürürlüğe giren Siyasi Partiler Kanunu, partilerin yerel örgütlenmesini kısıtlamıştır.

Fakat bu yasadan önce 4 Temmuz 1960'da MBK'ince kabul edilen 8 Sayılı Kanunla, "Siyasi Partilerin il ve ilçe merkezleri dışında her ne ad ile olursa olsun örgüt kurmaları" yasaklanmıştır. Partiler için bir demokrasi fidanlığı olan "ocak"ların kapatılmasıyla partilerin toplumla bağları kesilmiş, demokrasinin gelişmesi ve yaygınlaşması engellenmiştir.

Oysa ocak-bucak örgütlenmesi, yurttaşlarla parti ve ülke yönetimi arasında sağlıklı bir iletişim kanalı olmanın ötesinde, halkın siyasal eğitimine katkıda bulunmakta, bilinçli siyasal katılmayı artırmakta, parti içi demokrasinin daha iyi işlemesini sağlamaktaydı.

Milli Birlik Komitesi'nin bazı eski üyeleri bu sempozyumu izliyorlar. Sanıyorum geçmişte yaptıkları bazı işlerle övünüyorlardır; ama övünemeyecekleri bir şey, ocak-bucak teşkilatının kaldırılmış olmasıdır. Sorular sorulursa, bu konudaki düşüncelerimi ayrıntılı olarak belirtmek isterim.

Gerek 1961 Anayasası'na göre çıkarılan kanun, gerek 1982 Anayasası'na göre oluşturulan 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, partilerin merkez teşkilatını,

a) Büyük Kongre,

b) Genel Başkan,

c) Merkez Karar ve Yönetim Kurulu,

d) Merkez Disiplin Kurulu,

e) Küçük Kongre ile;

Yerel örgütlenmesini ise il ve ilçe teşkilatıyla sınırlamıştır. Bütün partiler, nitelikleri ne olursa olsun bu şekilde örgütlenmek zorundadırlar.

Eğer partiler ilçe kademesinin altında örgütlenemiyor, toplumla bağlarını ilçe düzeyinin altında kuramıyorsa, ne gerçek anlamda demokratik olabilirler, ne de Meclise toplumun dinamizmini taşıyabilirler. Bugünkü yapının ötesine de geçemezler.

Bütün partilerin aynı biçimde örgütlenmesini zorunlu kılan, onlara tek tip elbise giydirmeyi öngören Siyasi Partiler Kanunu, örgütlenmede başka unsurları kullanmayı da yasaklıyor. Oysa Batıda partilerin eğilimlerine göre farklı örgütlenme biçimleri vardır.

Partiler, niteliklerine göre, bazı temel öğelerden yararlanırlar. Liberal partiler "komite", sosyalist partiler "ocak", faşist partiler "milis", komünist partiler ise "hücre" örgütlenmesini yeğlemektedirler. Gerçi, bir partinin bu dört temel unsurdan sadece birine dayandığı durumlar enderdir. Yani partiler, örgütlenmelerinde, genellikle birden fazla unsuru birlikte kullanırlar.

Oysa, Türkiye'de tek modele göre örgütlenme zorunluluğu, bu unsurları resmen kullanma olanağı vermemektedir. Partiler yasanın öngördüğü modele göre örgütlenmek zorundadırlar. O yüzden toplumda daha yaygın bir örgütlenmeye gitme şansını da bulamazlar.

Ocak ve bucak örgütlerinin kaldırılmasıyla, partilerin faaliyetlerini (özellikle üye kayıtlarındaki ve seçimlerindeki usulsüzlükleri) denetlemek güçleşmiş, il ve ilçe örgütleri yöneticilerinin köylere gitmesini özendirici etkenler ortadan kalkmış, partilerin toplumla bağları gitgide kesilmiştir. Bu durum, partilerin toplumdaki etkilerini ve saygınlıklarını da azaltmıştır.

Yasaklar Bitmiyor
Türkiye, 1971 askeri müdahalesiyle siyasal parti örgütlenmesinde yeni kısıtlamalarla karşılaşmıştır. Öğretim üyelerinin partilerin merkez organlarında "danışman" olarak bile yer almalarına yasaklama getirilmiştir. 1980 ihtilaliyle bu, yasaklara yenileri eklenmiştir.

1982 Anayasası, toplumsal hayatı ayrıntılı düzenleme anlayışıyla hazırlanmıştır. Yasakçıdır. Uzlaşmaya dayalı değildir. Geçmişe ve geçmiş uygulamalara tepkiyi yansıtır.

Bu anayasaya göre hazırlanan 2820 sayılı Siyasal Partiler Kanunu, aynı anlayışı sürdürmüştür. Kanunun hazırlandığı dönemlerde, toplumda çok fazla tartışma yoktu, zaten istenmiyordu da.. Ama ülkesini düşünen, biraz risk de göze alarak inandığı doğruları dile getirebilen insanlar bu konuda bir şeyler yazmaya çalıştılar. 31 Ocak-6 Şubat 1983 tarihli YANKI Dergisinde yayınlanan bir şöyleşide yasayla ilgili düşüncelerimi sormuşlardı. Ben de şu görüşleri belirtmiştim:

"Yeni hazırlanmakta olan siyasal partiler yasasını, tüm siyasal sorunlarımızı bir anda çözecek yegane çözüm aracı olarak görmek doğru olamaz. Fazla ayrıntıya girmesi, her konuda çözümler, önlemler getirmesi beklenmemeli, tersine olabildiğince esnek bir çerçeve ile, ayrıntıları kurulacak partilerin tüzüklerine bırakmalıdır. Kurulacak partilerin elini kolunu bağlayacak başka sınırlamalar, kurallar getirilmesi, yeni sorunların doğmasına yol açacak bir yanılgı olur. Zaten Anayasamız (1982 Anayasası), kanımca, bu konuda fazlaca ayrıntıya girmiş ve uzun vadede, demokrasinin yaygınlaştırılması ve kökleştirilmesi açısından sakıncalı olabilecek birçok sınırlama getirmiştir. Umarım bu yaklaşım sürdürülmez, tam tersine ortam elverişli bulundukça bu sınırlamalar birer birer kaldırılarak, demokrasiye daha çok gerçeklik ve etkinlik kazandırıcı bir uygulamaya gidilir."

Ancak bu uyarılara karşın, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası'na da, yine Anayasadaki yaklaşım egemen olmuştur. Yasa bütün partiler için,


Tek bir örgütlenme biçimi öngörmektedir.
Parti tüzüklerine bırakılması gereken ayrıntıları içermektedir.
Geçmişe tepkiyi yansıtmaktadır.
Uzlaşmaya dayalı değildir.
Aşağı yukarı her maddesinde bir yasaklama getirmektedir.
Aradan 12 yıl geçmiştir. Anayasa değişiklikleri Meclisimizde daha yeni görülmeye başlandı. Bu, Türk demokrasisi açısından utanç vericidir. Kaldı ki, Anayasa değişikliklerinin Meclisten nasıl çıkacağı konusunda sanıyorum hepimizin kaygıları var.
Toplumun büyük bir bölümü siyasetten dışlanyor.Gerek 1961, gerek 1982 Anayasaları ve bu Anayasalar doğrultusunda çıkarılan yasalar, halkın siyasete katılmasını olabildiğince sınırlamıştır. Geniş toplum kesimlerinin, ülkenin bugününü ve geleceğini ilgilendiren önemli konularda kendi mesleki veya siyasal örgütleri aracılığıyla etkinlik göstermeleri engellenmiştir. Zaten onlara bunu sağlayacak örgütlenme ve kurumlaşma olanağı da verilmemiştir.

2820 sayılı Yasa, partilerin yaş, meslek, cinsiyet, coğrafya ve kurumlara göre örgütlenmesini engellemektedir. Partilerin kadın, gençlik, emekli, madenci, sanatçı kolları kurması veyahut bu şekilde örgütlenmesi yasaklanmıştır. Bir meslek dalında örgütlenmesine engel olunmaktadır. Bir siyasal partinin, istiyorsa, sanayi kuruluşlarında örgütlenmesi imkansızdır. Partilerin sivil toplum örgütleriyle, sendikalarla, derneklerle, vakıflarla ilişkileri yasaklanmaktadır.

Geniş toplum kesimlerinin, meslek örgütleri kanalıyla siyasete katılmaları bugün için imkansızdır. Oysa, sol nitelikli partiler için bu durum son derece önemlidir. Klasik anlamda bir sol parti, eğer sendikalarla ilişki kuramıyorsa, kendisini geliştirmesi, belli bir kesime dayalı olarak politika üretmesi mümkün olamaz. Oysa bizim yasalarımızda bu engellenmiştir.

Partilere üyelik açısından da yine bir çok kısıt vardır. Eğer siyasette bilimin etkisi ve kalite artırılsın isteniyorsa, üniversite öğretim üyelerinin partilere üyeliğine olanak sağlanmalıydı. Partilere dinanizm gelsin isteniyorsa, öğrencilerin parti üyeliğini kolaylaştırmak gerekirdi. Oysa, bu kesimlere siyaset yasaklanmıştır.

Çalışanların büyük bir bölümü (memurlar), partilerle ilişki kuramaz, üye olamaz. Tabii, her devlet memurunun parti üyeliği mümkün olmayabilir. Örneğin, Silahlı Kuvvetler mensupları, iç güvenlik güçleri, yargıçlar ve savcılar için özel konumlarından dolayı kısıtlama olabilir. Oysa, yasada genel bir kısıtlama vardır. Kamu tüzelkişiliği niteliğindeki kuruluşların yöneticileri, siyasi partilere katılamazlar. Bütün bu nedenle de siyasete kalite ve zenginlik getirilememektedir.

Bu durum, yine partilerin iç yapılarında demokratik işleyişi engellemektedir. Sayın Keçeciler, konuşmasında "Siyasi Partiler Kanunu parti içi demokrasiyi düzenlesin yeter" dedi. Ben şahsen buna katılmıyorum, daha doğrusu katılamıyorum. Parti içi demokrasi gerçekten çok önemlidir, ama, yalnızca yasalar konarak sağlanabilecek bir şey değildir. Parti içi demokrasi, siyasal kültürün bir yansıması, bir sonucudur. Ancak, bu sözlerim bir karamsarlık yansıtmamalıdır. Çünkü, siyasal kültür donuk, değişmez değildir. Toplum yeniliklerine yönelip değiştikçe, siyasal kültür de bu gelişmeden etkilenir.

Biraz önce konuşan Sayın Develioğlu "yasalarımız genelde muğlak çıkıyor, kesin hükümler içermiyor" dedi. Ama bazı yasalarımız, özellikle Siyasi Partiler Kanunu'nun kimi maddeleri, bana göre fazlasıyla kesin hükümler içeriyor. Oysa, bu tür ayrıntılar, yasa maddesi olmamalı, partilerin tüzüklerine bırakılmalıdır.

Siyasi Partiler Kanunu'ndan birkaç örnekle bu düşüncelerimi kanıtlamak istiyorum. Partilerin genel başkanlarıyla ilgili 15. madde, belki yasanın en önemli maddesi değil, ama iyi bir örnektir: "Parti genel başkanı, büyük kongrece, gizli oyla ve üye tam sayısının salt çoğunluğuyla seçilir" diyor. Seçimi büyük kongreye bırakıyor, oylamanın gizli yapılmasını şart koşuyor ve salt çoğunluk istiyor. Yasada böyle bir ayrıntının yer almasını siz ne kadar anlamlı buluyorsunuz bilmiyorum, ama ben bulmuyorum. Çünkü bir parti, genel başkanını açık oylamayla seçmeyi de tercih edebilir. Kimisi salt çoğunluk ister, kimisi başka bir çoğunluk arar. Yasa bu seçeneklere imkan tanımamaktadır.

Bu tür düzenlemelerin partilerin tüzüğüne bırakılması gereklidir. Ama, yasa kesin bir hüküm içeriyor, "illa bu şekilde seçim, şu oranda oy olacak, her parti buna uymak zorunda" diyor.

Yasanın her maddesini, siyasal partilere getirdiği yasaklarla ilgili olarak ele alıp eleştirmek mümkün. Yasanın bir başka maddesine göre "Siyasi Partiler, askerlik, güvenlik, sivil savunma faaliyetinde bulunamazlar." Eğer herhangi bir parti askeri nitelikli bir eğitim yapıyorsa, bu zaten suçtur ve başka yasalara göre gereği yapılabilir. Ama, yasa koruyucu, yasağı buraya da eklemiştir. Bu maddenin, 12 Eylül öncesi bazı partilerin silahlı eğitim yapmalarına tepki sonucunda buraya yazıldığını kolayca anlayabiliyorsunuz.

Örnekleri sıralayıp daha fazla vaktinizi almayayım. Siyasi Partiler Kanunu'muzun getirdiği yasaklar açısından savunulacak hiç bir yanı yoktur. Bir an evvel bu yasaklardan Türkiye'nin kurtulması lazımdır.

Modern devletin ayrıca özelliği, siyasal katılmaya dayanmasıdır. Çağdaş bir Türkiye için siyasal hayatımız bu yasaklardan arındırılmalıdır. Siyasal hayatımız tabiileştirilmelidir, herkes siyasete katılabilmelidir.

Sonuç
Siyasal partiler, hangi siyasal sistem içinde yer alırlarsa alsınlar, çağdaş toplumların vazgeçilmez öğeleridir.

Çıkarları birleştirmek, yurttaşlarla devlet yönetimi arasında bağ kurmak, siyasal kadro yetiştirmek ve devletin siyasal karar organlarını yönetmek gibi işlevler yüklenen siyasal partilerin, demokratik parlamenter sistemlerdeki rolü özellikle önemlidir.

Çünkü bu ülkelerde demokrasinin sağlıklı işlenmesi, önce siyasal hayatın her türlü yasaktan arındırılmaş olmasını, sonra, siyasal partilerin kendi içlerinde de demokratik bir iç düzene ve verimli bir işleyişe sahip olmalarını gerektirmektedir.

Siyasal partilerin böyle bir iç düzen kurabilmelerinin ilk koşulu, parti istencinin aşağıdan yukarıya doğru oluşmasını sağlayacak bir örgütlenmedir. Bunun için, üyelerin örgütteki tüm çalışmalara ve seçimlere eşitçe katılabilme olanaklarının bulunması; yönetim organlarının belirli sürelerle düzenli olarak yenilenmesi; ve partinin otoriter bir yönetime meydan vermeksizin üyelerce etkin denetimi gerekmektedir. Ancak, Türkiye'deki yasal kısıtlamalar bu konuda en büyük engeldir. Bu koşulların yasalarda ve tüzüklerde yer alması sağlansa bile, uygulamada beklenen değişiklik görülmeyebilir.

Katılmacı siyasal sistemin demokratik biçimi, onunla uyumlu bir siyasal kültür de gerektirir. Yasa ve tüzük kurallarını uygulama durumunda bulunan insanlar, herşeyden önce kendi kültürlerinin etkisi altında kalırlar.

Ancak, toplumsal kurallara biçim ve yön veren ulusal kültür de, toplumsal gelişmeye koşut olarak zaman içinde değişir. Türk toplumu şimdi böyle bir değişimin eşiğindedir.

Bir toplumda, toplumsal hareketlilik ve siyasal katılma isteği yüksek, siyasal kurumsallaşma düzeyi düşükse, sonuç siyasal istikrarsızlık olmaktadır. 1946'dan beri çok partili siyasal yaşamı -ara sıra kesintilere uğrasa da- sürdürmeye çalışan Türkiye, Atatürk'ün öngördüğü çağdaş uygarlık düzeyine erişmek için, ekonomik çabalar yanında siyasal alanda da çağdaşlığın gereklerini yerine getirmek zorundadır. Bunun için önce yasakları kaldırarak siyasal hayatını tabiileştirmeli, sonra etkin ve yaygın bir siyasal parti örgütlenmesine olanak tanımalıdır.

Dileyen herkes, siyasi parti üyesi olabilmeli ve siyaset yapabilmelidir. Türkiye'nin çıkışı böyle açık bir toplumda, yasaksız bir ortamda mümkündür. Ancak böyle bir ortamda insanlar kendilerine uygun olarak seçtikleri partilerde bir araya gelip birbirlerine güvenerek daha doğru siyaset yaparlar. Bu, ülke siyasetine dinamizm de getirir, bundan çekinmemek lazımdır. Böyle bir toplantıyı düzenleyerek, bizlere bu düşüncelerimizi söyleme fırsatını verdikleri için TESAV'a ve Vakfın Başkanı Sayın Erol Tuncer'e teşekkür ederim.

(1) Metin TOKER, Tek Partiden Çok Partiye, Milliyet Yayınları, Baha Matbaası, 1970,s.121
(2) Mehmet KABASAKAL, Türkiye'de siyasal Parti Örgütlenmesi, 1908-1960, Tekin Yayınevi, İstanbul 1991, s.200
(3) Mehmet KABASAKAL'ın Recep Bilginer'le Konuşması, Yagy, s.207
(4) Alan R. BALL, Modern Politics and Government, The MAc Millan Prese Ltd. 1974, s.79-85
(5) İlter TURAN, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış. İ.Ü. İktisat Fakültesi Yayını, 389. Güray Matbaacılık, İstanbul 1977, s.108-110.
(6) Erdoğan TEZİC, Siyasi Partiler, PArtilerin Hukuki Rejimi ve Türkiye'de Partiler, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1976, s.20-30


Comments :

0 yorum to “|Siyasi Tarih| Siyasal Partiler - Türkiyedeki Parti Yasakları”

Yorum Gönder